27 Aralık 2013 Cuma

"Başka Sinema" nedir, ne değildir?


Kasım ayının başında tüm sinemaseverleri heyecanlandıran, sinema sektörüne yeni bir soluk getiren çok önemli bir proje hayata geçti: Başka Sinema. Başka Sinema sayesinde artık vizyon şansı bulamayan ya da az sayıda salonda kısa süreli beyazperdeye uğradığı için kaçırdığımız pek çok filmi izlememiz mümkün.
Hepimize derin bir oh çektiren “Başka Sinema”yı proje direktörü İmre Tezel ile konuştuk.
Başka Sinema nasıl bir ihtiyaçtan doğdu? Fikir aşamasından hayata geçtiği güne kadarki süreci biraz anlatır mısınız?
Başka Sinema bir süredir devam etmekte olan, yerli ve yabancı bir takım filmlerin vizyonda yer bulamaması sonucunda ortaya çıktı aslında. Bunun da çeşitli nedenleri var. Son zamanlarda en çok gündeme gelen nedeni ise 35mm’den artık dijital kopyaya dönüş ve bu tip ödüllü ya da daha bağımsız ve sanat filmi diye nitelendirebileceğimiz bazı filmlerin oynayacakları salonlarda -örneğin Beyoğlu Sineması veya Rexx sineması gibi- 35 mm makinası olmasıydı. Sonuçta belli bir dönüşüm gerekiyordu, bu filmlerin vizyona girmesi gerekiyordu, seyirciyle buluşması gerekiyordu. Ve sonunda M3 Film, Kariyo & Ababay Vakfı ile birlikte Başka Sinema oluşumunu hayata geçirdi. Bu proje, fikir aşamasıyla birlikte düşünürsek, yaklaşık 9-10 ay önce oluşmaya başlayan bir proje.
Proje ortaklarınız nasıl yaklaştı? Sinema salonlarını ikna etmekte güçlük yaşadınız mı?
Projeyi ilk başlarda kendi içimizde şekillendirdik. Sinemalara gittiğimizde de karşılıklı konuşarak geliştirdiğimiz bir süreç aslında. Herhangi bir dayatma söz konusu değil. Hep söylediğimiz bir şey var: Başka Sinema esnek bir yapı ve bunun sonucunda da bütün birlikte çalıştığımız kurum kişi ve kuruluş herkesle son derece açık ilişkilerimiz var. Bu projeyi birlikte oluşturuyoruz. Sinema ayağında bizim için önemli olan şey sinemaların da iyiliği için olan bir durum yaratmaktı. Onlara gelir olarak geri dönen festivaller gibi bir takım etkinliklerin önünü kesmedik kesinlikle. Hatta festivaller bizi zaten destekliyorlar. Bu salonlar o festivallere de hâlâ açık. Salonlar daha önce M3 Film’in birlikte çalıştığı salonlardı. O yüzden belirli bir aşamadan sonra mutabakata varıldı.
Başka Sinema’nın teknolojik altyapısından konuşalım istiyorum biraz. Artık sinema salonlarında da 35 mm yerine dijital kopyaların gösterildiği bir döneme giriyoruz. Bu anlamda sunmuş olduğunuz DCP (Dijital Sinema Paketi) teknolojisi salonlara olduğu kadar filmin 35 mm kopyasını çoğaltmakta maddi güçlük yaşayan bağımsız yönetmen ve yapımcılara da ekonomik olarak büyük bir rahatlık sağlayacak. Bunun sinema üretimini niteliksel ve niceliksel anlamda yukarıya taşıyacağını düşünüyor musunuz?  
Şu açıdan düşünüyorum. Birçok yerli yapım 35 mm sorunundan dolayı gerçekten ilk kopyasını oluşturmak konusunda sıkıntı yaşıyor. Çünkü gerçekten çok büyük bir maliyet. Daha fazla özgürlük alanı sağlayacağını inanıyorum bu düşük maliyetlerin. Özellikle de yerli yapımlara. Ve aynı zamanda daha çok salonda vizyona girme konusundaki tereddütler de ortadan kalkacaktır. Sizin de söylediğiniz gibi bu çoğaltma ücreti, yabancı filmler için de gümrük maliyeti gibi birçok maliyetin ortadan kalkması seyirciyle bu filmlerin buluşmasını kolaylaştıracak. Bu da tabii bu filmler için büyük ve yeni bir yaşam alanı.
Bütün bir yıla yayılan ve umut ediyoruz ki yakın gelecekte Türkiye’nin pek çok ilinde aynı anda faaliyet gösterecek olan bir festival Başka Sinema… Dağıtım tekellerinin bağımsız sinemacılara kök söktürdüğü, yurt dışında ödüller almış yerli ve yabancı filmlerin bile vizyona girmekte ciddi sıkıntılar yaşadığı, girse bile çok kısa süre vizyonda kaldığı ve az kişiye ulaştığı bir dönemde sinema sektöründen aldığınız tepkiler nasıl oldu?  
Gerçekten çok büyük bir destekle ilerliyoruz şu anda. İlk bir ay içinde Facebook sayfamızda nitelikli takipçi sayımız 33.000’e ulaştı. Gelen mailler, mesajlar, tweet’ler bizi gerçekten çok yüreklendiriyor. Bunun yanında da yola ilk çıktığımız kurumlar var tabii. Altyazı Dergisi, Sinema Dergisi, Hürriyet Pazar, Hürriyet Keyif, Radikal, Radyo ODTÜ, TV2, kısa film etkinliğini birlikte yaptığımız Fil’m Hafızası gibi… Çok fazla yerle görüştük. Hepsi de kendi topluluğunu oluşturmuş yerler. Hepsinden çok büyük bir destek alıyoruz. Ve şunu söylüyor insanlar, biz de bunu düşünüyorduk, biz de bunu istiyorduk, hep bunu bekliyorduk. Bu kadar büyük bir destek almak gerçekten umut verici çünkü bu yaptığımız iş birazcık da deneysel bir şey. Başka Sinema’yı bir yıl olarak değil, sonu olmayan bir şey olarak planladık.
Festival konusuna gelince de, festivallerden de çok büyük bir destek alıyoruz. Onların alternatifi ya da rakibi asla değiliz. Birlikte çalıştığımız herkesle bu sektörün en iyi olabileceği şekilde bir kurgu üstünde çalışıyoruz.  Asıl amacımız bu iyi filmlerin, seyircilerin istediği filmlerin seyirciye gerçekten ulaşabilmesi, bu filmlere yeterli vizyon süresinin verilebilmesi.
Başka Sinema’yı hayata geçirirken yurt dışındaki benzer sinematek oluşumlarının çalışmalarını da izlediniz mi?
Aslında hiçbir yeri “benchmark” olarak almadık. Başka Sinema’ya tamamen birebir benzeyen bir yer olduğunu da sanmıyorum. Tam bir sinematek de diyemeyiz.. Biz aslında bir yandan Türkiye’deki sinema sektörünün, seyircinin ihtiyacından yola çıktık. Hem sinema salonu, hem dağıtımcı, hem izleyici, hem yapımcı, hem ithalatçı ve aynı zamanda dergi ve gazetelerin, yani bu sektördeki bütün kurum ve kişilerin yararına olacak ve herkesten destek görecek iyi niyetli bir şey yapmak istedik. Amacımız buydu. Ve bunu birçok şehirde yapmak istiyoruz. Şu anda iyi gidiyoruz diye düşünüyorum.
Festival filmleri ya da sanat filmi olarak adlandırılagelen kimi filmlere festivallerde bilet bulmak bazen mümkün olmazken, aynı film ertesi hafta vizyona girdiğinde boş salona oynadığına çok kez şahit olduk. Bu anlamda Başka Sinema’nın vizyona soktuğu filmlere seyircilerin beklediğiniz ilgiyi göstermeyeceğine dair bir endişeniz oldu mu başta? 
Çok doğru, bu söylediğiniz bizim de yılardır çok konuştuğumuz bir şey. Aslında bunun başlamasının sebeplerinden biri de o heyecanın hep devam etmesini istememiz. Festivalde yaratılan bir heyecan var. Ve seyirci görüyor, ben şu filmleri şurada şu zaman görebilirim diyebiliyor, önünde bir takvim var. Önceden bilip ona göre kendini ayarlayabiliyor. Bu filmlerin izleyicisi varsa hep olacaktır. Ama diğer yandan vizyonda bir eksiklik olduğunu, bir hata olduğunu, sektörden kaynaklı bir sorun olduğunu da düşünüyoruz. Zaten bu yüzden bu işe başladık. Ve şöyle bir şey yaptık. Bizim asıl amacımız sinemaların etrafında, Başka Sinema’nın etrafında bir topluluk oluşturmak. Sinemaseverlerde oluşan, daha interaktif, daha esnek, onlarla birlikte şekillendirebileceğimiz bir şey.  İlk olarak seans mantığını değiştirdik. Başka Sinema salonlarına gittiğinizde bir günde en az 3 film izleyebiliyorsunuz. Her bir film en az 4 hafta vizyonda kalıyor. Ve de film takvimi ayın başında izleyicinin elinde oluyor. O ayın programını istediği şekilde yapabiliyor. O kadar çok farklı seansta aynı filmler oynuyor ki bir tanesini yakalıyor muhakkak. Bu hep böyle devam edecek.
Gala gösterimleri, kısa film gösterimleri, seanslardan sonra film ekibiyle sohbetler gibi vizyon salonlarında görmediğimiz alternatif ve seyirciyi de içine alan interaktif etkinlik hedefleriniz var. Geleceğe yönelik proje ve hedeflerinizden bahsedebilir misiniz biraz? Örneğin filmlerini gösterdiğiniz yabancı yönetmenleri ve sinema insanlarını ülkemize davet ederek söyleşi ve atölye çalışmaları yapmayı da düşünüyor musunuz? 
Evet düşünüyoruz. Başka Çarşamba adı altında yapıyoruz bu gösterimleri. Biraz önce de söylediğim gibi… Şu ana kadar Hayat Boyu filmi için bir ön gösterim yaptık. Onun dışında Fil’m Hafızası’nın küratörlüğünde kısa filmler gecesi yaptık. Orada da bir kısa filmden filmin başrol oyuncusunu davet ettik. Geçen hafta da sürpriz film gecesi vardı. Son ana kadar hangi filmin gösterileceğini bilmiyordu izleyici. Hatta kızanlar bile oldu niye söylemiyorsunuz diye. Bir Chaplin filmi gösterdik. Şimdi de belgesel bir film göstereceğiz. Bunlarla başladık. Biz de çok interaktif bir şeyler yapmanın peşindeyiz aslında hep. Dediğim gibi bir kalıbı kırmak, daha esnek bir yapıya ulaşmak ve gerçekten herkesin biraz hava almaya ihtiyacı var bu alanda. O aralıkları sağlamaya çalışıyoruz. İleride sürekli aklımızda olan birçok proje var. Kendi aramızda da değerlendiriyoruz. Önümüzdeki günlerde de zaten bunların bazılarını açıklayacağız. Ama şu da çok önemli bizim için. Önce bir gidişatı görmek ve projenin oturması, bir anda yönetilmesi mümkün olmayan bir şeye adım atmamak. Öncesinde sinemaların da, izleyicinin de bizim de bu gidişata biraz alışmamız gerekiyor. Ama çok kısa zamanda birçok yeni şey olacak.
Sadece alternatif bir seyir platformu olmak değil amacınız, aynı zamanda bir sinema kültürü de oluşturmaya çalışıyorsunuz. Sinema kültürü oluşturmak için şüphesiz geçmişe yönelik birikimleri değerlendirmek de gerekiyor. Bu anlamda dijitalin de avantajlarını kullanarak sinemanın eski ve bulunması zor klasiklerini de Başka Sinema bünyesinde beyazperdede görebilecek miyiz?
Tabii ki… İzleyiciden gelecek tepkilere göre de değişecek ve gelişecek şeyler bütün bunlar. Az önce dediğim gibi geçtiğimiz hafta 1914 yılına ait bir Chaplin filmi gösterdik. 2 bölümü kayıp, restore edilmiş ve o yıldan beri ilk defa tam olarak gösteriliyor. Bu tip şeyler tabii ki yapacağız ama hep bu tip şeyler yapacağız demek değil. Yani sürekli eski klasikleri göstereceğiz anlamına gelmiyor. Bambaşka şeyler de olabilir. Ama tabii ki yapılmamış olanın peşindeyiz biraz ya da unutulmuş olanın. Önemli olan gerçekten sinemaseverlerin ilgisini çekecek bir unsur içermesi.
İstanbul ve Ankara dışındaki illerdeki sinema salonlarından da talepler oldu mu? Önümüzdeki dönemde Başka Sinema’yı başka hangi illerde görebileceğiz?
Biz en baştan itibaren hiçbir şehir ya da hiçbir sinemayı dışında bırakmadan herkesle görüştük ve bu dört sinemayla yola çıktık. Belki de diğer sinemalar biraz önceden bakıp görmek istediler. Çünkü bu ilk defa yapılan bir şey. Belirli bir risk taşıyordu. Ama şu anda birçok yerden talep alıyoruz. Biz de bu süreçte görüşmelerimizi hiç bırakmadık. Yakında bu konuda bir açıklama yapacağız, yeni duyurularımız olacak. En çok da İzmir konusunda soru alıyoruz. İzmir konusunda çok çalışıyoruz. Belki de artık biraz İzmir seyircisinin İzmir’deki sinemalara gidip talepte bulunma vakti geldi. İzmir’de sinemalardan birebir olmasa da daha farklı kurumlardan da talepler geliyor. Onları da değerlendiriyoruz. Ama İzmir’de sabit bir programımızın olmasını en başından beri çok istiyoruz.
Bundan sonraki süreçte öncelikli olarak dijital altyapısı halihazırda olan salonlara mı teklif götüreceksiniz? Yoksa Anadolu’daki muteber ama altyapısı olmayan salonlara dijital altyapı kurma teklifi getirerek onları Başka Sinema’ya kazandırma gibi düşünceniz de var mı?
Her ikisi de. Bizim asıl amacımız bizim bu filmleri mümkün olduğunca çok sayıda insanla buluşturmak. O yüzden herhangi bir ayrım gözetmiyoruz bu konuda.
Programdaki filmleri belirlerken hangi kriterleri gözetiyorsunuz? Bağımsız yönetmen ve yapımcılardan Başka Sinema programına girebilmek için talepler geliyor mu?
Talepler gelmeye başladı. Değerlendiriyoruz bunları. Kriterler daha önce dediğim gibi, sinemaseverleri işin içine çekecek bir unsur barındırması. Bu filmin yönetmeni olabilir, oyuncuları olabilir, uluslararası film festivallerinde ya da sadece ulusal festivallerde ses getirmiş bir film olabilir, ödüllü filmler olabilir. Şu anda programımıza bakarsak güçlü bir programımız var. Cannes’da Berlin’de ödüller almış filmler gösteriyoruz. Bundan sonra da böyle olacak ama bu demek değildir ki hiç bunun dışına çıkmayacağız. Mesela 29 Kasım’da bir vampir hikâyesi giriyor. Yani aslında işte vampir hikâyesi dersinizi fakat yönetmeni Neil Jordan. O yüzden bu programa uygun olacağını düşündük. Herhangi bir yerde ismini duyurmuş olması gerekmiyor. Mesela Mavi Dalga’yı çok önce izledik, Antalya’dan da önce. Gerçekten Türkiye’de ender olarak değinilen bir konu ve yönetmenlerin ilk yönetmenlik denemeleri. Ama hemen programa dâhil etmek istedik. Çünkü gerçekten bu tip filmler kolay çekilmiyor Türkiye’de. O yüzden hani yönetmen çok iyi olsun, oyuncusu şu olsun, mutlaka ödüllü olsun gibi kriterler değil, daha değişen kriterlerimiz var. Her filmin aslında kendi yolu kendi hikâyesi var. O yüzden hepsinin ayrı ayrı içinden bir şey çıkıyor.
Başka Sinema’nın kısa filmlerle ilgili bir misyonu da olacak mı? Geçtiğimiz hafta gerçekleştirilen kısa film gösterimine ilgi nasıldı? Seyircilerden geri dönüş aldınız mı?
İlgi çok yoğundu. Kısa filmden belki de beklenmeyecek ölçüde. O yüzden çok mutluyuz. Tabi ki seçki de çok önemli. Fil’m Hafızası ile birlikte çalışmış olmaktan da çok mutluyuz o anlamda. Doğru şeyleri yaptık diye düşünüyorum. Söyleşiden sonra İhsan Hala’nın yıldızlaşması da çok güzeldi. Bu da bir sürprizdi aslında.  İzleyicilerden de çok iyi tepkiler aldık. Başka Sinema’nın izleyicisi ya sosyal medyada ya da bize gönderdikleri maillerle kendini bir şekilde ifade ediyor. O yüzden geri bildirim konusunda sıkıntı yaşamıyoruz. Bu da bizim gelişim sürecimizi olumlu etkileyen bir şey. Kısa filmlere devam edeceğiz tabii ki. Ama bu bizim misyonumuzdur diye büyük lafları altına girmeye bence gerek yok. Çünkü misyonumuz bu vizyonumuz şu diyen hantal bir yapı değil Başka Sinema. Daha esnek, kapsayıcı, dışlamayan, önyargısız, yeniliğe açık ve sürekli gelişmekte olan bir şey. Belirli misyonlar edindiğiniz zaman biraz katılaştırıyorsunuz kendinizi. O yüzden hep beraber ne olacaksak olacağız diye düşünüyorum.
Son olarak sizin eklemek istediğiniz başka bir şey var mı?
Aralık filmlerini hatırlatayım o halde. 6 Aralık’ta Yozgat Blues, gene 6 Aralık’ta Saroyan Ülkesi, 20 Aralık’ta Özür Dilerim ve Bir Hurdacının Hayatı, 27 Aralık’ta da Jeune et Jolie (Genç ve Güzel)vizyona girecek. Bunun dışında Aralık ayında yine ön gösterimler ve kısa film gecelerimiz devam edecek. Bütün bunların dışında hem destekçilerimize hem de bu projeyi birlikte oluşturduğumuz Kariyo & Ababay Vakfı’na bir kere daha teşekkür etmek istiyorum.

kaynak: filmhafizasi.com

23 Aralık 2013 Pazartesi

Yozgat Blues





Yozgat, Yavuz ve Neşe'nin hikayesinin başladığı ya da bittiği yerdir... 

Aldıkları bir iş teklifi sonrasında Yozgat'a taşınan müzik öğretmeni ve şarkıcı Yavuz ve öğrencisi Neşe hayatlarının önemli bir dönüm noktasına adım atmak üzeredir. İcra ettikleri müzik türüyle bu yeni şehirde kimsenin ilgisini çekemeyen ikilinin çabalarına, buraya taşındıkları ilk günlerde tanıştıkları Sabri'nin yardımları da eklenir ancak sonuç yine olumsuzdur. Bu olumsuz sonuç beklenmedik gelişmeleri de beraberinde getirir...

Filmin yönetmen koltuğunda ilk uzun metraj çalışması Uzak İhtimal ile büyük beğeni kazanan ve İstanbul Film Festivali'nde Altın Lale ödülüne layık görülen Mahmut Fazıl Coşkun bulunuyor. Başrollerinde ise son dönemin başarılı isimlerinden Ercan Kesal, Ayça Damgacı ve Tansu Biçer yer alıyor.

Güzel müzik için, tüm Yozgatlılara, tek adres: Delila. A ile bitiyor yalnız, h harfi yok sonunda:






Film Bir Solucandır


Film bir solucandır; hayatımı, ruhumu emen 2500 metrelik bir solucan.

Ingmar Bergman






Uzun bir Tarkovsky Röportajı



- Bana öyle geliyor ki, spot ışıklarından rahatsız oluyorsunuz. İnsanlarla temastan kaçınıyorsunuz. Mesela, sadece ara sıra röportaj veriyorsunuz.

Evet, pek sosyal bir insan değilim. Şöhretin sunduğu avantajlardan yararlanan, gazetecilerle temasta bulunmaktan hoşlanan insanlar vardır. Ben bunları sevmiyorum. Şimdiye kadar gazetecilerle yaptığım söyleşilerden sonra yazılmış tek bir makale olmadı ki, beni tatmin etmiş olsun. Mesele bana övgüler düzülmemiş olması değil, yazılanların tartışılan, konuşulan şeyle ilgisinin olmaması. Şöhretim yüzünden birinin ilgisine mahzar olduğumu anlamak benim için bir yük. Beni sinirlendiriyor.
- Sizi sinirlendiren şey ne?

Cevaplaması zor. Biraraya gelip konuşan insanların ortak bir noktaları olmalı diye düşünüyorum, ki sohbet tek taraflı olarak kalmasın. Oysa hemen her gazeteci sorusunu yönelttiğinde cevaplarla değil, notlarıyla ilgileniyor. Sohbet onu etkilemiyor, yalnızca işi için anlamlı. Aynı şekilde bir sohbet arkadaşı olarak sinema seyircisi de beni sinirlendiriyor, benim hakkımdaki merakımdan ötürü. Kısacası bu tür sohbetler samimi değil, bu da beni küplere bindiriyor. İnsanlar sosyalleşiyorlar, ama karşılıklı, samimi bir ilgi yok; dolaylı bir yolla karşılaşıyorlar.
- Siz samimi bir temas mı istiyorsunuz?
Bana öyle geliyor ki herkes biraz bunu istiyor. Yaptığımız bir çok şeyde büyük bir samimiyetsizlik var, özellikle insan içine çıktığımızda yaptığımız şeylerde, bir sürü saçmalık, boşluk. Şahsen söylemeyi önemli bulduğum bir şey yoksa, bu tür sohbetlere bir anlam veremiyorum. Film yaptığım için de her şeyi eserlerimle söylemeye çalışıyorum.
- Sohbetimizin temelinin bir hayli olumsuz olduğunu mu söylemeye çalışıyorsunuz bana?
Hep böyle olmuştur. Bu konuda yapacak bir şey yok. Hem ne demek öyle olumsuz bir temel? Bir temelimiz yok. Sizin benimle söyleşi yapma dileğiniz, benim de bütün gücümle size direnme dileğim var yalnızca.
- Bunu kuvvetle hissedebiliyorum.
Bakalım sohbetimiz nasıl devam edecek. “Zekice bir cevap istiyorsan, zekice bir soru sor,” diyen Goethe’ydi yanılmıyorsam.
- Sayın Tarkovsky, eğer hiçbir ortak yanımız olmadığınızı düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Size geldim, çünkü filmlerinizden ötürü kendimi size yakın hissettim. Bu söyleşi benim açımdan sizinle konuşabilmenin bahanesi yalnızca.
İşte bunu bana kanıtlamanız gerekecek.
- Umarım kanıtlayabilirim. Londra’ya sizin için geldim. Buradan bir makale çıkacak olması yalnızca tali bir sonuç, bu sohbetin peşi sıra gelen bir şey.
Anlıyorum, her şeyi birbirine bağlamak istiyorsunuz.
- Her şeyden önce şu var: Sizi görmek benim dileğimdi, isteğimdi. Sonra bunu yapabilmek için bütün o engellerle karşı karşıya kaldım.

Ve maalesef hepsini aştınız. Diğer bütün gazeteciler gibi sizin de bu engellerle tökezleyeceğinizi ummuştum, ama buradasınız.
Dinleyin, filmleriniz beni derinden etkiledi; şeylere bakışınız çok tanıdık, bir kadın olarak kendimi o filmlerde görememem dışında. Kadınlar filmlerinizde kesinlikle geleneksel bir rol oynuyorlar. Erkek dünyası egemen, daha doğrusu yalnızca erkek dünyası var. Erkeklerin bakış açısından kadın gizemli. Sevgi dolu; erkeği seviyor, bütün varoluşu erkekle olan ilşkisi etrafında dönüyor. Kadının kendine ait bir hayatı yok.
Buna pek kafa yormadım; demek istediğim, kadının için dünyasını hiç düşünmedim. Kadının kendine ait bir dünyası olduğunu inkar etmek zor olur, ama bana öyle geliyor ki bu dünya kadının ilgili olduğu erkeğin dünyasına kuvvetle bağlı. Bu bakış açısına göre, tek başına kadın anormalliktir.
Peki tek başına bir adam, bu normal midir?
Tek başına olmayan bir adama göre daha normaldir. İşte bu yüzden kadın filmlerimde ya hiç yok ya da erkeğin gücü üzerinden yaratılıyor. Kadın yalnızca iki filmimde var, Ayna ile Solaris’te. O filmlerde de erkeğe bağlı olduğu belirgin. Kadının böyle bir rolü olduğuna itiraz mı ediyorsunuz?
Söylediğiniz şeyi nasıl kabul edebilirim ki? Ben, kendi adıma, kendimi o rolde göremiyorum. 

Birlikte yaşadığınız erkeğin dünyasının, sizin dünyanıza bağlı olması gerektiği sonucuna mı vardınız peki?

Bu imkânsız. Siz kendi dünyanızı, o kendi dünyasını korursa ortak hiçbir şeyiniz olmaz. İç dünyanın ortak bir dünya haline gelmesi gerekir. Gelmezse eğer, ilişkinin bir geleceği olmaz, umutsuzdur, uyumsuzdur, ölmeye mâhkumdur. Bir kadının eş değiştirmesini tuhaf bulmaya meyilliyim. Mesele kaç eşi olduğu değil, ben ilkeyi düşünüyorum. Mesele şu ki, kadın bu evlilikleri bir hastalık gibi yaşar. Yani önce bir hastalığa düşer, sonra bir başka hastalığa, sonra bir başkasına, vs. Aşk öyle bütün bir duygudur ki, aldığı biçim ne olursa olsun tekrarlanamaz; bütünlüğü yüzünden tekrarlanamaz. Kadın bu duyguyu tekrarlayabilirse ona tümüyle anlamsız gelir. Bu kadın şanssız olmuş olabilir ya da kendi dünyasını korumaya çalışmış, kendi dünyasını daha önemli bulmuş, yabancı bir dünya içinde erimekten korkmuş olabilir. Bu durumda da ciddiye alınmayı bekleyemez ki. Anlıyor musunuz?
Daha önce kendine ait bir dünyası olan bir kadınla tanışmadınız mı hiç?
Böyle bir kadınla ilşki kuramam ki.
Doğru anladıysam eğer, siz bir kadında erimezsiniz, öyle mi?
Hayır, erimem. Buna ihtiyacım yok. Ben bir erkeğim.
Ama sizin içinizde eriyen bir kadına ihtiyacınız var?
Doğal olarak. Kadın kendini korumaya çalışırsa, ilişki soğuk olur.
Ama bu sevgi içinde siz kendinizi koruyorsunuz.
Ben erkeğim. Benim farklı bir doğam var.
Kadın doğasını bildiğiniz gibi bir izlenime mi sahipsiniz?
Sizin gibi, benim de kadın doğası hakkında bir fikrim var.
Ama ben kendimi içerden, bir kadın olarak tanıyorum, çünkü bir kadınım.
İnsanlar kendilerine toz kondurmazlar. Kendi dünyasını korumak isteyen bir kadın beni şaşırtıyor. Bana öyle geliyor ki kadının anlamı, kendini feda etmektir. Kadının büyüklüğü buradadır. Böyle bir kadının önünde saygı ile eğilirim. Böyle vakalar biliyorum.
Dünyada böyle vakaların kıtlığı çekilmiyor pek.
Evet, büyük kadınlar. Kendi dünyasında ısrar edip de, büyüklüğünü kanıtlamış bir tek kadın bilmiyorum. Birini söyleyin.
Karşınızda dilim tutuldu. Yani kadın yalnızca erkeğe duyduğu aşka var olma hakkına sahip, öyle mi?
Ben öyle mi dedim? Kadın-erkek ilişkisi üzerine konuştuk yalnızca. Lafım ağzıma tıkılmadan bir şey ifade etmem de pek mümkün olmadı.
Epey bir şey söylediniz, gayet iyi biliyorsunuz.
Ben sadece, erkek ya da kadın, bir insanın, sevdiğinde kendine ait kapalı bir dünyası olmasının imkânsız olduğunu, bu dünyanın ötekinin dünyası ile karışıp tümüyle farklı bir şeye dönüştüğünü söyledim. Kadını bu ilişkiden azat ederseniz, ilişkiyi bozarsınız. Kadın ayağa kalkamaz, şöyle bir silkinip beş dakika sonra yeni bir hayata başlayamaz. Kadının iç dünyası tümüyle erkeğe karşı beslediği duygulara dayanır. Benim fikrime göre, kadın kesinlikle, mutlaka bu duygulara dayanmalıdır. Kadın, aşkın sembolüdür. Aşk, insanın en büyük hazinesidir, kelimenin hem maddi hem de manevî anlamında. Kadın, hayatın anlamını verir. Mesih’i doğuran bâkire olarak Bâkire Meryem’in bir sevgi sembolü olması tesadüf değildir. Kadınlara bu konudan bahsettiğimde, onur duygusundan laf açılıyor hep, görünüşe bakılırsa bu onur duygusundan yoksun bırakılmak istendiklerinden bahsediyorlar. Benim bakış açıma göre bu kadınlar yalnızca bir erkek-kadın ilişkisinde, erkeğe tamamen kendilerini adamakla onur bulacaklarını anlamıyorlar. Kadın gerçekten severse çetele tutmaz, sizin sorduğunuz gibi sorular sormaz. Sizin neden bahsettiğinizi bile anlamaz.
Neden bir başkasının, özellikle de bir kadının bütün sevgisini istiyorsunuz, merak ediyorum. Neden kendinizi aşka adayıp yapması gereken her neyse yapmayı kadına bırakamıyorsunuz?
Bu da mümkün olabilir tabii. Ben kimseden belli bir davranış göstermesini istemiyorum. Ben yalnızca kadının, bütün manevi benliğini ifade edebilmesi için, içinde bulunduğumuz şu anda kendi dünyasında ısrar etmemesi gerektiğini düşünüyorum.
Kadının bir kişilik olarak var olmayı bırakıp da yalnızca sizin üzerinizden yaşamasından ne bekliyorsunuz? Bu size neyi getiriyor?
Onun iç dünyasını anlayabilir ve kendi dünyamı ona açabilirim. Kadın kendi dünyasında kalırsa birbirimizi hiç tanıyamayız.
Kadının sizin bahsettiğiniz gibi erkeğe kendini tümden adaması, kadın adına büyük tehlike taşıyor. Kadın, erkek üzerinden yaşamayı tercih ederse, eli boş kalma tehlikesiyle karşı karşıya. Bu eski, çok eski bir hikaye. Çok iyi bildiğim bir hikaye. Ben de aşk içinde eriyip gitmeye zaman zaman epeyce meyilli olurum.
Şükürler olsun. Bununla gurur duyun. ‘Eriyip gitmeyi’ kadından beklediğimi de düşünmeyin. Maalesef ben kendim, bu aşk duygusunu nadiren yaşıyorum. Çok nadir oluyor, olduğunda da insan, kadın ya da erkek o kişiyi kıskanabilir ancak. Bundan bahsetmem, birinin kendisini adamasını beklediğim anlamına gelmiyor. Böyle şeyler istemek imkansızdır. Aşk kaba kuvvetle yürütülemez. Bu yüzden de benim bakış açımın kimseye bir zararı yok.
Aşk ya olur ya olmaz, öyle mi?
Evet, ya olur ya olmaz. Olmazsa hiçbir şey olmaz ve insan yavaş yavaş ölür. Bu benim fikrim. Doğal olarak tarafların kendilerinin sorumlu olduğu, birbirlerinden daha da bağımsızlaştığı, bunun da birbirlerinden daha bir soğumaları, daha bir bencil olmaları anlamına geldiği ilişkiler de var. Belki böylesi daha kolaydır. Bu tür ilişkiler elbette o kadar tehlikeli değil, daha rahat. Ve feminizm düzeyinde bir yerde hareket ediyorlar. Bana göre feminizmin anlamı yalnızca kadınların sosyal haklarını garanti altına almak değil. Gerçi bugün kadının sosyal durumu, eskiden olduğu kadar ağır değil, birkaç yıl içinde de denge sağlanacak.
Tuhaf, çok tuhaf, bundan bahseden kadınlar erkeklerle benzerlikleri üzerinden duruyor, kadın olarak emsalsizliklerini anlamıyorlar. Bu beni hep hayrete düşürmüştür, çünkü kadının iç dünyası erkeğinkinden esasen çok farklıdır. Kadının, özel olması yüzünden erkekten bağımsız var olmayacağına inanıyorum. Erkekten bağımsız varolursa, doğal, organik değildir artık. Toplum içinde kesinlikle bir yer edinebilir; bir erkeğin işini yapabilir, ama bu onu kadın yapar mı? Hayır, asla.
Bazı kadınlar bir erkeğin işini yaparak eşit olabileceklerini düşünüyorlar. Oysa kadının erkekle aynı hakları istemeye ihtiyacı yoktur. Kadın tümüyle erkekten farklıdır. Kadının bir emsalsizliği vardır, onda önemli bir şey, erkekte olmayan temel bir şey vardır. Kadınlar eşit haklar istiyorlar. Ne demek istediklerini anlıyorum; artık kendilerini feda etmek istemiyorlar. Her zaman bastırılmış olduklarını anladılar ve eşit haklara sahip olarak kendilerini özgürleştirebileceklerine inanıyorlar. Kadın ya da erkek herkesin, doğal olarak özgür olmak isterse özgür olduğunu anlamıyorlar. Hepimiz özgür insanlarız, ama özgür ülkede yaşıyor olabileceğimiz için değil. O önemli bir sebep değil. Antik Roma’nın duvarcısı, özgür bir insanın içinde olabilir. İnsan temelde özgürdür. Özgür değilse, bu onun, yalnızca onun hatasıdır. Nihayet sadede gelebildik.
Kadınların dünya olaylarından büyük ölçüde dışlanmış olmaları gerçeğini inkar etmiyorum. Kuşkusuz bu bir haksızlık. Ama kamusal hayata tamamen entegre olursa kadına neler olacağını bilemiyorum henüz. Buna karşı olmadığımı, bunu desteklediğimi vurgulamak isterim, ama kendini orada bulamayacağı yönünde bir izlenimim var. Tatmin olmayacak.

Size katılıyorum. Erkek egemen değerler hakim olduğu sürece, bu dünya bir kadın için zor olacak, kariyerinde erkek değerleriyle yarışmak zorunda olduğu sürece.

Yanılıyorsunuz. Bence parlak kariyeri olan bir kadın kadar sevimsiz bir şey olamaz. Erkek haklarım için korktuğumdan değil, bunu gayri tabii bir şey olarak gördüğüm için. Görmezden gelmesi gereken bir yolu tutan bir kadın modeli bu. Yalnızca erkeğe karşı beslediği yanıltıcı, rekabetçi bir duygu böyle yapmasına sebep oluyor. Peki, neden oluyor bu? Kadın, erkek gibi mi olmak istiyor? Erkeğe, onunkine benzer becerilere sahip olduğunu mu göstermek istiyor? Bir kadının bir erkeğin işini yapabileceğine hiç kuşkum yok. Burada, İngiltere’de bir kadın, mücadelelerle dolu bir yoldan geçerek, büyük bir siyasal kariyere sahip oldu. Bir kadının bir erkeğin işini yapabilmesi özel bir şey değil. Elbette ki yapabilir. Ama bu bir şey kanıtlamıyor.
İnsan M. Thatcher’ı anlayabiliyor. Bir kadının erkek alanında erkek değerlerini benimsemesi şaşırtıcı bir durum değil. Yapabileceği başka bir şey yok. Başka bir seçeneği yok. Sizin ifadenizde beni rahatsız eden şey, kadının gerçek doğası diye bir şey varsaymanız. Kadınlar asırlardır erkek egemen bir dünyada yaşadıklarından, kadın doğasının ne olduğunun, kadınların kadın değerleriyle nasıl bir dünya yaratabileceklerini kestirmek zor.
Afedersiniz, sizin adınız ne?
İrena.

Dinleyin beni, İrena, siz kadın doğanızdan memnun olmadığınızı söylüyorsunuz.
Hayır, beni yanlış anladınız.
Ama hep var olmuş olan, yaratılmış olandan daha farklı bir kadın-erkek ilişkisi olamaz. Çünkü dünyamız iki cinsiyetli, ister beğenin, ister beğenmeyin. Belki başka bir gezegende tek ya da beş cinsiyetli bir dünya vardır, hayatın devamını sağlamak için bu tür bir gruplaşma gerekiyordur. Belki orada fiziksel ve manevi aşk için beş cinsiyet gereklidir. Ama yaşadığımız dünyada iki cinsiyet gerekli. Bir sebepten bunu hep unutuyoruz. Haklardan, koşullardan, bağımlılıktan bahsediyoruz. Bir kadının kadın olduğu, bir erkeğin erkek olduğu gerçeğinden hiç bahsetmiyoruz. Tek itirazınız bunu sevmediğiniz olabilir.
Bence kadınlık bir başka kişiye bağımlı olmakta yatmıyor, bu yüzden de filmlerinizdeki kadın kahramanlarda kendimi bulamıyorum. Bütün o kadınlar erkek gezegeninin etrafında dönen uydular, bir iç dinamizme sahip olmaları bir nebze olsun mümkün değil.
Tuhaf. Moskova’da kadınlardan birçok mektup almıştım, Ayna adlı filmimde, kimsenin erişemeyeğini, kimsenin göremeyeceğini düşündükleri dünyalarını açıp oraya sızmayı başardığımı söylüyorlardı. Belki sizin farklı bir kişilik yapısınız var. Belki kendinizden talepleriniz farklı. Belli ki, Ayna’daki anne gibi değilsiniz. Ayna annem hakkındadır. Kurgu değildir, gerçeğe dayanmaktadır. İçinde kurgusal bir tek bölüm bile yoktur. Belki haklısınız, belki de kendinizi orada göremiyorsunuz.
Temel insanlık durumu ve sizin buna yaklaşımınız, özellikle Stalker ve Solaris’te beni çok etkiledi. İşte bu yüzden buradayım. Solaris’te aşkı resmetme biçiminiz muhteşemdi, incelikliydi. Ama aşk Hari’nin tek gücü ve aynı zamanda onun Aşil topuğu. Sadece aşkı var.
Yani, siz bir Aşil toğuğu istemiyorsunuz. İncitilmez olmak istiyorsunuz.
Kadınlar erkeği hiçbir zaman erkekçe fethedemezler. Kadın bütün sevgisini ortaya koymazsa, erkek-kadın ilişkileri farklı olur.
Evet, farklı olur; farklı olması gerekir. Asırlardır başkaları için yaşamaya yönlendirilmiş, asla kendisi için yaşamamış, başkaları için her zaman kullanıldıktan sonra atılabilir bir kadın olduğunuzu düşünün bir. O yükü hissedebiliyor musunuz?
Bunun bir erkek açısından daha mı kolay olduğunu düşünüyorsunuz?
Değil tabii. İşlerin şimdiki hali, her iki taraf için de zor.
Erkek olmak, kadın olmak kadar zor. Bahsettiğiniz ısdırabın kaynağında başka bir şey var aslında. İnsanın manevi düzeyinin çok düşük olduğu bir toplumda yaşıyoruz. Bugün yatıp uyduğumuzda, ertesi gün kalkamayabileceğimizi biliyoruz. Çılgının biri düğmeye basarsa eğer, bu gezegen üzerinde hayatı silmek için üç bomba yeterli olacaktır. Bunun bilincinde olmadığımız söylenmez, ama sürekli unutuyoruz. Manevi ilgilerimiz o derece maddiyatın kölesi olmuş ki, asla gündeme gelmemesi gereken meselelerle uğraşmamız gerekiyor.
Toplumsal sorunların gelişmesi, bizim çılgın maneviyat karşıtlığımızın bir sonucu. Manen ergin bir kadın, erkekle ilişkisinde köleleştirildiğini ya da aşağılandığınız hiç düşünmeyecektir. Manen ergin bir adam da bir kadından bir şey istediğini hiç düşünmeyecektir. Yalnızca siz, argümanınızın gücüyle beni bu tür cevaplara getirdiniz. Bu tür meselelerden konuşmak bize yabancı olmalı.
Bunlar hakkında konuşuyor olmamız bir şeylerin yolunda gitmediğini gösteriyor. Sorun doğal bir şey olmalı. Fakat kazanılmış ya da kazanılacak kadın hakları, kadınların kendi kendilerini onaylamalarını sağlamayacak. Tam tersine, bundan sonra aşağılanmayı hissedecek. ‘Neden’ diye soracak kendine, ‘erkekten çok farklı bir insan olarak, bir erkeğin hayatını yaşıyorum?’ Bu sorunlar maneviyattan yoksun oluşumuzun işaretleri.
Hayret verici kadınlar, manen hayret verici kadınlar tanıdım. Bu kadınlar kendilerini bu tür sorunlarla sıkmıyorlar, ama öyle bir iç zenginlik, manevi büyüklük, öyle bir moral gücü gösteriyorlar ki, erkeklerin dizlerine kapanması, bundan utanç değil, onur duyması gerekir.
Bakın, işte asıl mesele burada. İlişkilerimizi açıklamaya başladığımızda, çoktan kötü yola girmiş oluyoruz. Buna özlem duymak hoşnutsuzluğumuzun bir belirtisi, adalet arayışı değil. Hoşnutsuzluk ve adalet arayışı da iki farklı kategori, gördüğüm kadarı ile kadınlar bugün korkunç durumdalar. Gerçekten seven bir kadın böyle sorular sormaz. Bunlarla ilgilenmez.
Dünyaya egemen olan erkek değerlerinden bahsediyoruz. Kadın değerlerinin güçlü bir etkisinin olduğu bir toplumda işler böyle kıyametvari bir tehdide varmayabilirdi. Bugün bir kadının Kıyamet’i bilip de, kendini bundan sorumlu ve bununla yakından ilgili hissetmeyip onun yerine kendini tam bir aşk içinde tek bir adam için, hâlâ aşkıyla sımsıcak olan bu adamın gezegeni mahvedeceği düşüncesiyle feda edebileceğini nasıl oluyor da tasavvur edebiliyorsunuz?
Şok edici, şok edici. Ne demek istediğinizi anlıyorum. Ama hayretten ağzım açık kaldı, İrena, bir erkeğin aynı hislerle, aynı kaygılarla dertlenmediğini düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Bu gezegene erkeğin hükmettiğine inanıyorsanız, yanılıyorsunuz.
Kim hükmediyor peki?
O.
Nerede O?
(Yukarıyı işaret eder.) Anlıyor musun? Olayları tartışıyoruz, sebepleri değil. En önemli şeyden bahsediyoruz. İnsan, varoluşunun sebebini bilmeden yaşıyorsa, bu dünyaya hangi sebepten geldiğini, neden bir süre yaşamak zorunda olduğunu bilmeden yaşıyorsa, o zaman dünyanın bugün içinde olduğu hale gelmesi gerekirdi. Aydınlanmadan bu yana, insan, görmezden gelmesi gereken şeylerle uğraşıyor. Maddi şeylere doğru dönmeye başladı. Bilgi açlığı insanı ele geçirdi. Kadınlar erkekler kadar bilgiye aç değildir. Şükürler olsun.
Kadınların başka tür algılara duyarlılığı olabilir.
Evet, kesinlikle. Demek bunu anlamışsınız. Peki sonra ne oldu? İnsan körmüş gibi kendi kendisinin etrafında dönmeye başladı. Elleri dışında dünyayı algılamasına yarayacak bir organı kalmamıştı. Bu dünyaya dair o kadar çok şey algıladık ki, bunun mutluluk ve uyuma varmak için yeterli olacağı düşünülebilir. Ama hayır, tam tersine, ‘dünya hakkında ne kadar çok şey bilirsek’, aslında atalarımızdan o kadar daha az biliyoruz, açıklığı daha fazla yakalamış uzmanlar bunu görüyorlar. Karıştırma kabiliyetimiz var. Körsünüz diyelim, soğuk bir radyatöre dokunduğunuzda, etrafınızdaki dünyanın da soğuk olduğunu düşünürsünüz, kaloriferler yanıyorsa da tam tersini, etrafınızdaki dünyanın sıcak olduğunu. Orası önemli değil, ama bu anlayışın gerçek dünyayla bir ilgisi yoktur; yalnızca dokunma duyusunu ifade eder. Dünyayı algılamamızın kaloriferlerin yanıyor olup olmamasına bağlı olması zavalıca. Dünya hakkında çok şey bildiğimize karar verdik. Oysa hiçbir şey bilmiyoruz. Dünyanın küçük bir kısmına dair belli belirsiz bir kavrayışa sahibiz, ama o da bize genel tabloyu vermiyor, çünkü dünya sonsuz.
Bence insanın varoluşunun pathosu, anlamakta yatmıyor; o insanın entelektüel bir görevi, ama asıl işi değil. İnsanın sorunu, hayatın anlamının bilgisine sahip olarak yaşamak. Dünyayı pragmatik, kâra dönük, avantaj arayan taraftan algılamamız ne kadar ilginç. Durmadan protez üretiyoruz. Bütün teknolojiler buna dayanıyor. Uçakları icat ettik, çünkü at sırtında gitmekten yorulduk. Hayatlarımızı daha hızlı hareket ederek zenginleştirmeyi düşünüyoruz. Bu, çıplak gözle bile görülebilen temel bir hata.
Bilimci amacının keşif yapmak olduğuna inanıyor. Bu hakikatle ilgili pragmatik bir yaklaşım. Sanatçı sanat eseri üretmek için yaşıyor. Herkesin hayatındaki amacı yakalayıp onu yaşaması gerekirken, herkes belli görevlerle yaşıyor, herkes eşitsizliği hissediyor, herkes öbürünü kıskanıyor. Bu zeminde herkes haklı ve eşit haklara sahip; sanatçılar, işçiler, rahipler, çiftçiler, çocuklar, köpekler, erkekler ve kadınlar. Hayatın bu anlamı içimizde gizli kalırsa tökezlemeye başlarız ve hayatın anlamını anlamış olsak ortaya çıkmayacak sorunlar icat ederiz. Bu benim bakışım. En baştan alacak olursak, her şey yerinde kalır. Uygarlığımızın krizi bir orantısızlıktan kaynaklanmıştır. İki kavram arasında uyumsuzluk var; maddi gelişme kavramıyla manevi gelişme kavramı arasında.

Bu Platon’la başlamıştı.


Hayır, çok daha önce. İnsan kendini doğaya ve diğer insanlara karşı korumaya başladığında başladı. Toplumumuz bu kırık fay üzerine gelişti. İnsanlar sevgiyle, dostlukla, manevi bir temas ihtiyacı ile değil, yarar sağlama itkisiyle birbirleri ile ilişki kuruyorlar. Ayakta kalmak için, doğal olarak. Ama ben insan her durumda ayakta kalabilirdi diye düşünüyorum, çünkü insan, hayvan değil. İnsanın doğayla uyum içinde yaşadığı ve hayret verici şeyler yarattığı örnekler biliyoruz. Örneğin Sanskrit dilinde belgelenmiş o Doğu kültürleri, maddi dünya ile manevi dünya arasında bir denge kurmayı başarabilmişlerdir. Hâlâ bu kültürlerin izlerini taşıyoruz, bize uygarlığın bir zamanlar farklı, gerçeğe daha yakın bir yol aldığını anlatıyorlar. Bu uygarlıkların neden silinip gittiği sorulabilir. Öyle görünüyor ki başka kültürler onlara paralel gelişti, birbirlerine karşı birtakım düşmanca duygular beslemeye başladılar ve bu uygarlıklar kendi kavramlarını geliştirme imkanı bulamadılar. Yine de bunun tam sebepleri bilinmiyor.
Her halukarda insanın bu dünyaya manen yükselmek amacıyla geldiğini, kötülük dediğimiz şeyi yenmek, kaynağı egotizmde yatan kötülüğü yenmek için geldiğini anlaması lazım. Egotizm, insanın kendi kendisini sevmesinin, sevgi kavramına dair hatalı bir kavrayışı olmasının bir semptomudur. Her şeyin deforma olmasınn kaynağı budur. Bilimimizin budalalığı, hataları ve yıkıcı sonuçları, kadınların doğru zamanlarda iktidarı almamalarının değil, insanın manen yüksek seviyeye çıkamamış olmasının sonucudur. İnsanlık manevi değerler doğrultusunda ilerleseydi, bir enerji kaynağı değil manevi bir kaynak arayışına girseydi, o zaman bu konuştuğumuz hiçbir şey gündemimizde olmayacaktı. O zaman insan manevi bir sürecin denetiminde uyum içinde gelişecekti. Manevi sürecin entelektüel süreç gibi böyle bir tek taraflılık yaratabileceğini sanmıyorum. Maneviyat, uyum kavramını içerir zaten. Ne kadar haklı olursanız olsun, başka her şey ikincil önemdedir. Filmlerimde kendinizi göremiyorsanız bu benim yanlış olduğumu kanıtlamaz. Ben resmetmek istediğim kadınlar hakkındaki gerçeği söyledim. Siz beğenmeyebilirsiniz. Yoksa kadınları toplumsal gerçekçi bir anlamda mı resmetmemi izterdiniz?
Bana karşı önyargılısınız.
Yo, yanılıyorsunuz, siz benim hakkımda önyargılısınız. Bence birlikte yaşadığınız erkeğe ‘neden bu kadar aptalsın?’ diye sormalısınız. Sorunun böyle sorulması gerekir.
Şiirsel Sinema – Andrey Tarkovski – Derleyen: John Gianvito – Agora Kitaplığı – S.135-140 [Söyleşiyi yapan: İrena Brenza – 1984 edebiyathaber.net